24 Mart 2009 Salı

Evlerin ruhu nereye gitti?





Ülkemizde tarihi evleri görenleriniz olmuştur mutlaka. Bir süre önce eski Safranbolu evlerinden birini gezme imkanı bulmuştum. Evin her bir bölümünü gördükçe sahiplerinin yaşadıkları mekanı nasıl işlevsel hale getirdiğini hayranlıkla izledim. Tarihi bir ev olarak elbette içinde yaşayanlar da tarihte kalmıştı. Yine de insanlar hala içinde yaşıyor gibiydiler, zamanımızın evleri gibi görünüşte dolu ama gerçekte ruhunu kaybetmiş içi boş mekanlar değildi sanki.
Evdeki tüm detaylar evin geniş aile için planlandığının işaretiydi. Genellikle içeriden merdivenli olan bu evlerin alt bölümleri gelin ve çocuklara ayrılmıştı. Bu bölümde banyo mutfak ve bir ailenin ihtiyacı olan her ayrıntı düşünülmüş, üst katta evin büyükleri için ayrılmış odalar yer almıştı. Burada da yine ayrı bir banyo mutfak göze çarpıyordu. Bunların dışında özellikle yatılı misafirler için ayrılmış odalar dikkatimi çekti. Bu odalarda banyo, karyola, yatak ve yorgan dolabı, sedir gibi misafiri evinde hissettirecek her şey düşünülmüştü. Bu bölümlerin dışında ferah ve geniş, oturanların birbirini rahatlıkla görüp dinleyebileceği şekilde dizayn edilmiş sedirlerden oluşan salonlar evin ruhuydu adeta.

Şimdi bakıyorum da mekanlarımız değişti. Çünkü hayata , insana bakışımız kısaca yaşam algımız değişti. Zira kültür, sanat gibi mimari de insanın algısal gerçekliğinden bağımsız değildir. Hangi fiziki şartlarda nasıl yaşayacağımızı belirleyen mimari ile hayatı nasıl yorumladığımız arasında döngüsel bir ilişki vardır.

Türlü şekillerde dekore ettiğimiz evlerimizde ışıklarımızı söndürdük. Gündüz daha konforlu bir yaşam kurma amacıyla, daha çok kazanma hırslarıyla donanarak, sabah kalkıp çocuklarımızı kreşe gönderdikten sonra evlerimizin kapılarını kilitleyip iş yerlerimize koştuk. Akşam hem ruhsal hem de fiziksel enerjimizin gün boyu dışarıda harcanmasının sonucu olarak birkaç saat televizyon izleyip ışıklarımızı söndürüp ertesi günün koşuşturmacasına hazır olmak üzere uykuya daldık.

Evi ev yapan, bir yuva sıcaklığına dönüştüren içinde yaşayanlardır. Daha da önemlisi insanların yaşam algısıdır. Günümüzde evlerimizin her bölümüne isimler verdik. Ancak verdiğimiz isimler işlevine bakınca büyük kaldı. Ailenin bir araya geldiği ve güzel paylaşımların yaşanabileceği oturma odaları yalnızca televizyon seyretme odası oldu.

Gözbebeğimiz çocuklarımız için hazırladığımız ve onların da özel bir mekanı olsun mahremiyet bilinci kazansın ve sorumluluk duygusu gelişsin diye düşündüğümüz çocuk odaları, çocukların bilgisayar oynadığı veya her türlü sosyal ilişkiden koparak yalnızca sınavlara hazırlanıp test çözdüğü sessiz mekanlar oldu.

Misafir odalarına gelince, belki de en dramatik dönüşüm misafir odalarında yaşandı. Evlerimizin salon bölümleri "misafir odası" haline getirildi ve en güzel şekilde dekore edildi. Yalnız bir ayrıntı eksik kaldı; bu odada ağırlayacağımız "misafirler." Misafir kabul etmemek için o kadar çok gerekçe ürettik ki sonuçta elimizde evde kullanmadığımız, işlevini kaybetmiş bir oda kaldı. Bir türlü bitmeyen işlerimiz ve zamanımızın olmayışı mazeretlerimizin başında yer aldı almasına da aslında sanırım arkadaşlık, dostluk, komşuluk, akraba ilişkileri gibi kavramları gündemimizin üst sıralarından çıkardık.

Öncelediğimiz şeyler için zaman ve fırsat bulabileceğimizin farkındayız pekala. Misafir odalarını, konu komşuya göstermek için mobilya ve aksesuar ile doldurulmuş showroomlar konumundan çıkartmakla işe başlayabiliriz. Sonra bu odalarda eş dost ve akrabalarımızla gösterişten uzak yeniden sıcacık ilişkiler inşa edebiliriz.
Son olarak, evlerimizin ışıklarını yeniden açalım oturma odalarımız yeniden muhabbet mekanı haline getirelim ve misafir odalarımızın kapılarını açalım yüreklerimizle beraber dostlarımıza. Odamızı ve yüreklerimizi müze havasından kurtarıp, yeni konuklar ağırlayalım...

Prof Saffet Solak''ın bir anısı okumuştum geçenlerde. İnsanımızın yapısında bulunan o güzel hasletleri göstermesi nedeniyle burada sizlerle paylaşmak istedim:


"Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya''ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim.
Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer.
İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacıanneye sıkılarak:
"Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim.
Hacıanne:
"Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi.
Merak ettim, tekrar sordum:
"Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?"
Hacıanne:
"Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, "ışığı yanan bir ev" bulsun diye bekliyoruz."
Konya Ovası''nda, ya da bir başka yerinde Türkiye''nin, trenden inen yabancılar için "Işığı yanan evler" yerinde hâlâ duruyor mudur? Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler? Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler. Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız."



Necla Saydam

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder