31 Mart 2009 Salı

SABIR YOKUŞU....


Gerçeği görüp bildikten sonra her faniye sırt çevirmek, ebediyyen ebedi nağmeyi terennüm etme azmi içinde olmak ve yakin gelip çatıncaya kadar her işkenceye katlanmak… İşte sabır yokuşu…!
En sarp sabır yokuşu içimizdedir.
Nefsimizin terennüm ettiği nağmelere kulak tıkamak, ondan gelen isteklere kıymet vermemektir.
Nefis, günde bin defa önümüze zehirli ballardan sofralar sürerken, cemiyet içimize isyan tohumları saçarken ve şeytan her köşebaşında yolumuzda pusu kurmuş beklerken, yol ve yön değiştirmemek ve mutlu sona doğru emin ve kararlı adımlarla yürümektir.
Gözün görüşüne, dilin söyleyişine, kulağın duyuşuna bir ölçü tayin etmek, daha doğrusu, tayin edilen ölçü çerçevesinde bir sınır çizmektir.
Binbir çirkef ve labirentin içinde sabredebilmek ve kurtuluşa doğru azimle didinmek en büyük yokuştur. Ve iman aştığı bu yokuşlara göre kıymet kazanır.
En büyük insan en sarp yokuşları aşmıştır. Aşılmazları aşmış ve akılların anlamaktan aciz kaldığı makamlara ulaşmışken, en sarp yokuşu aşarak, yoluna diken serpenlerin, kendisini yurt ve yuvasından kovanların, kadir bilmezlerin arasına dönmüş ve böylece bize yokuşların nasıl aşılması gerektiğini öğretmiştir. Her sabır yokuşu çileli ve ızdıraplı olduğu kadar zevkli ve tatlıdır. Çünkü mutlu son sabır yokuşunun zirvesindedir.
Fedakârlık bekleyen her iş bir sabır yokuşudur. Ve ona el uzatan her fedakar da iç âlemindeki binbir yokuşu tırmanan insandır.
Her muhasebe bir yokuştur.
Her sabır yokuşu ümitle aşılır. Ümitsiz insan sabır yokuşunu aşmak için gereken enerjisini kaybetmiş bir iradesizdir.
Sabır yokuşunda en sarp geçit sürçmemektir. Fakat bir kere sürçüp düştükten sonra yeniden doğrulup sabır yokuşunu tırmanmak, hatta yeni bir güç ve enerji kazanmış olarak tırmanmak da mümkündür.
Sabır yokuşunu tırmanmak için Bilal’i tanımak gerek. Bilal sabır yokuşunun muzaffer bir kahramanı, kızgın çölün bağrına döktüğü her damla ter ve kan ise zafer narasıdır. Aslında, saadet asrının her ferdi bir Bilal olmuş ve yokuşlar hep böyle aşılmıştır.
Hicret sarplardan sarp bir yokuştur. Çoluk-çocuk cıvıldaşırken, at kişnemeleri kuzu melemelerine karışırken ve dünya her şeyiyle tebessüm ederken, Elveda diyerek sonsuzluk kervanına, ebed yolculuğuna katılmak ve Pişdarın işaret ettiği beldeye doğru yol almak… İşte bir başka sabır yokuşu!
Bedir sarp bir yokuştur. Fakat sabır yokuşunu aşmış erlerin cengidir. Uhud, sabır yokuşunu aşanlarla aşamayanları ayıran bir ibret tablosudur.
Her gönül eri nefsiyle yaptığı çetin mücadeleler neticesinde, ebed yolcusu olmaya karar vermişse, kendisi için gayri yolların yokuş olduğunu da bilmelidir. Fakat unutulmamalıdır ki mutlu son sabır yokuşunun zirvesindedir. Akabe böyle bir yokuştur.
Gerçeği bütün çıplaklığıyla gören insanların, bunu dünyanın dört bir bucağına ulaştırmak için bir araya gelerek and içmesi, sabır yokuşunu aşmaya azmetmeleridir.
Bugün dostlar şaşkın, düşmanlar çetindir. Dert büyük, yol yokuştur. Ve çeşitli taarruz ve tahriklere kapılmadan, sağa sola toslamadan Hak istikametinde yol almak en sarp yokuş halini almıştır…
Herşeye rağmen bilmeliyiz ki en sarp yokuş içimizdedir. Ve mutlu son bu yokuşun zirvesindedir.
Gözlerin hayata kapandığı son demde sabır yokuşunu aşmış olan insan, mutlu sona ulaşmış insandır…
RABBİM (c.c.) cümlemizi sabır yokuşunu aşıp, mutlu sona ulaşan müminlerden eylesin..

26 Mart 2009 Perşembe

Tefekküre Buyrun...


Bu lalecik yalnız mıdır?

Hayır, yalnız değildir!

"Lale ne güzel yaratılmış bir çiçektir tıpkı tüm kainat gibi..." diyen insanlar güzel lalenin etrafının melekler ile dolmasına vesile olmuş, Münker ve Nekir sevapları kaydederken laleninde adı geçtiği için lale sevinçten mest olmuştur




Ya şu ağaca ne demeli?..
Kaldırmış mübarek dallarını duaya durmuş..
İnsanlığa ibret, bir ağacın, güzel bir çiceğin tüm
kainatın Yaratıcısı olan Rabbine,Rabbimize...
ALLAH'a sığınmış, kaldırmış mübarek dallarını
O'na yalvarmış... Dua etmiş mübarek ağaç
cevap gelmiş, suya kanmış.. Geceyi yaratan ve
onu binbir güzel renge boyayan Rabbinin güzel
sıfatlarını seyre dalmış...



Kar yağınca ayrı bir güzellikle boyanır ağaçlar.. Masumlaşır tüm kainat.. Ağaçlar daha bir mübarek görünürler..

Tüm sene Rabblerini zikredip, dallarına ak düşünce çıkıverir ağaçların masumiyeti yeryüzüne..O incecik dallara, yer çekimine inat su taşıyan damarlar kışın o soğunda bile o incecik montun içinde donmadan kalırlar.ALLAH Kerimdir hakimdir Gücü Herşeye Yetendir




Her günün batımında bambaşka boyanır dünya..
Mavinin kızıla dönüşü, sonra siyaha teslimiyeti izlenir
gün batımlarında. kimi insanlar "ALLAH her saat,her
dakka ve her saniye ne güzel boyuyor şu evreni.."
deyince daha bir aydınlanır akisler.. daha bir güzelleşir
görünenler..çünkü görünmeyen güzellikler görünene hep
tecelli eder..


ALLAH ki, tüm evreni göz kamaştırıcı güzelliklere boyayıp
bizden sadece kulluğumuzu istiyor...

ALLAH,karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır."(Tevbe Suresi,9/111)

ALLAH elimizdeki bir bardak fani suya karşılık bize çağlayanlar bitmez tükenmez şelaler veriyor inşaALLAH.Nasıl mı?

Fani olan canımızı ve O'nun lutfettiği malları O'nun yolunda kullandığımızda karşılığında bize ebedi cenneti veriyor.



Gözlerini aç ve bir bak kainata... Tek bir
ahenksizlik bile göremezsin. Herşey ince bir sanatla
O'nun sanatılya boyanmıştır zira.. Uyansın artık gözler
gaflet uykularından, uyansın zihinler artık sahte
ninnilerin miskinliğinden..bunca renk aynı yerden çıkıyor
Beyaz,topraktan.. Kırmızı,sarı,yeşil hepsi toprağın
sinesinden çıkıyor gibi lakin zahirin ardında en büyük
gerçek olan ALLAH var. O'nun bitmez boyaları tükenmez
bir sanatı var.O ki,herşeyi en mükemmel şekliyle
yoktan varedendir. O Hakimdir,O Rahimdr
...


Sonbaharın renklerine ne demeli?
Her rengi ayrı dilden hep O'nu anlatır..Sonbahar, en büyük Sanatkar olan ALLAH'ın kainatı baştan aşağıya yeniden boyamasıdır. Düşünen ve akl eden insanlara ne mutlu!! Her renk cümbüşünü, her güzelliği O'ndan bilmek .Sonbaharın -bazı insanlarca- getirdiği hüznü bile sevebilmek. . .

25 Mart 2009 Çarşamba

Sabırla Bekle


Kapı... Açılır...
Vurmayı bil!
Ne zaman?
Bilemem!
Yeter ki O kapıda durmayı bil!

24 Mart 2009 Salı

Dua fabrikaları olmalı insanın

Evet, yüzüne bakarken huzur bulduğun, hayatın grift, çözülmez bilmeceleri arasında boğulduğun, çıkış yolu aradığında, işte burası huzur diyecek "huzur fabrikaları olmalı insanın...."Yusuf misâl kuyularda, karanlıklarda kaldığını hissettiğin an, bir dua ipini salacak, seni gün yüzüne çıkaracak dua fabrikaların olmalı..Bembeyaz yüzü, nur yumağı gönlü, elinden asla düşürmediği tesbihi ve dilinden hiç ama hiç düşmeyen zikri, duası ile Nur yumağı ninem...

Her ziyaretimde ardı arkasına sıraladığı, yüreği sükûnet limanlarına eriştiren o inşirah yüklü duaları..


Bir limansa aradığınız, hüznün bilinmezlikler denizinde rotasını kaybetmiş gemi misal aranıyorsa ruhunuz; dua fabrikalarının huzur limanlarına demir atmalı, rotanızı o yöne çevirmelisiniz..


Dua fabrikaları olmalı insanın...Hayatın anlamını yitirmeden, sorular insanın bilinmezliğe sürüklemeden dua fabrikaları olmalı..


Oturmalısınız saatlerce yanlarında, sizlere huzur veren, hayatın hakiki anlamını fısıldayan o güzel sohbetlerine kulak kesilmelisiniz...

O sohbetler ki hayatın anlamını yeniden fısıldar insana..O sohbetler ki insana nereden geldim, nereye gidiyorum, ne için yaşıyorum sorularına yanıtını yeniden hatırlattığı sohbetler halkası…


O sohbetler ki zamanın durduğu, anın tek noktada yaşandığı tarifi imkansız, yaşanası, görülesi zaman dilimleri…


Dua fabrikaları olmalı insanın…

Daha yeni dünyaya açtığında gözlerini, nurdan yüzü, nurdan elleri ile her kucağınıza aldığınızda yüreğinizde kopan fırtınaları sükûnete erdirecek minicik dua fabrikalarınız olmalı..


Sonsuz bir şefkatle kucağınıza aldığınızda kulağına fısıldamalısınız:

-Dua et bana küçüğüm,dua et...


İnanın onların duaları da hayatınızın can simitlerindendir.

Ve o minik beden her büyüdüğünde, büyüyen minicik yüreği ile her daim eşlik eder size minik dilinden dökülen duaları ile..O büyür ama size huzur veren minik, mis kokan, cennet kokan elleri her tuttuğunuzda size huzuru taşır bucak bucak..Saatlerce yüzünde huzuru okursunuz damla damla..Ve kucağınızda…Her kucağınıza aldığınızda gönülden gönüle akan sevgi damlası, şefkat damlası damla damla damıtır gönlünüze huzur iklimlerini..Ve o minik beden büyüyordur ama duaları hiçbir zaman eksilmiyordur üzerinizden..Zira o dualarını hissetmeseniz her gözlerine baktığınızda huzuru, şefkati, sükûneti yaşar mıydı yürekleriniz?…

Hasılı kelam, her daim dua fabrikalarınızın huzurlu iklimini ziyaret edin.

Hayatın keşmekeşi, bilinmezlikller, hüzünler arasında huzurlu bir limansa aradığınız; uzaklara bakmayın, yanıbaşınızda öyle güzel dua fabrikaları, öyle güzel huzur iklimleri var ki...


Her daim bu güzel nimetlerle hemhâl olmak temennisiyle...


Selam ve dua ile

Evlerin ruhu nereye gitti?





Ülkemizde tarihi evleri görenleriniz olmuştur mutlaka. Bir süre önce eski Safranbolu evlerinden birini gezme imkanı bulmuştum. Evin her bir bölümünü gördükçe sahiplerinin yaşadıkları mekanı nasıl işlevsel hale getirdiğini hayranlıkla izledim. Tarihi bir ev olarak elbette içinde yaşayanlar da tarihte kalmıştı. Yine de insanlar hala içinde yaşıyor gibiydiler, zamanımızın evleri gibi görünüşte dolu ama gerçekte ruhunu kaybetmiş içi boş mekanlar değildi sanki.
Evdeki tüm detaylar evin geniş aile için planlandığının işaretiydi. Genellikle içeriden merdivenli olan bu evlerin alt bölümleri gelin ve çocuklara ayrılmıştı. Bu bölümde banyo mutfak ve bir ailenin ihtiyacı olan her ayrıntı düşünülmüş, üst katta evin büyükleri için ayrılmış odalar yer almıştı. Burada da yine ayrı bir banyo mutfak göze çarpıyordu. Bunların dışında özellikle yatılı misafirler için ayrılmış odalar dikkatimi çekti. Bu odalarda banyo, karyola, yatak ve yorgan dolabı, sedir gibi misafiri evinde hissettirecek her şey düşünülmüştü. Bu bölümlerin dışında ferah ve geniş, oturanların birbirini rahatlıkla görüp dinleyebileceği şekilde dizayn edilmiş sedirlerden oluşan salonlar evin ruhuydu adeta.

Şimdi bakıyorum da mekanlarımız değişti. Çünkü hayata , insana bakışımız kısaca yaşam algımız değişti. Zira kültür, sanat gibi mimari de insanın algısal gerçekliğinden bağımsız değildir. Hangi fiziki şartlarda nasıl yaşayacağımızı belirleyen mimari ile hayatı nasıl yorumladığımız arasında döngüsel bir ilişki vardır.

Türlü şekillerde dekore ettiğimiz evlerimizde ışıklarımızı söndürdük. Gündüz daha konforlu bir yaşam kurma amacıyla, daha çok kazanma hırslarıyla donanarak, sabah kalkıp çocuklarımızı kreşe gönderdikten sonra evlerimizin kapılarını kilitleyip iş yerlerimize koştuk. Akşam hem ruhsal hem de fiziksel enerjimizin gün boyu dışarıda harcanmasının sonucu olarak birkaç saat televizyon izleyip ışıklarımızı söndürüp ertesi günün koşuşturmacasına hazır olmak üzere uykuya daldık.

Evi ev yapan, bir yuva sıcaklığına dönüştüren içinde yaşayanlardır. Daha da önemlisi insanların yaşam algısıdır. Günümüzde evlerimizin her bölümüne isimler verdik. Ancak verdiğimiz isimler işlevine bakınca büyük kaldı. Ailenin bir araya geldiği ve güzel paylaşımların yaşanabileceği oturma odaları yalnızca televizyon seyretme odası oldu.

Gözbebeğimiz çocuklarımız için hazırladığımız ve onların da özel bir mekanı olsun mahremiyet bilinci kazansın ve sorumluluk duygusu gelişsin diye düşündüğümüz çocuk odaları, çocukların bilgisayar oynadığı veya her türlü sosyal ilişkiden koparak yalnızca sınavlara hazırlanıp test çözdüğü sessiz mekanlar oldu.

Misafir odalarına gelince, belki de en dramatik dönüşüm misafir odalarında yaşandı. Evlerimizin salon bölümleri "misafir odası" haline getirildi ve en güzel şekilde dekore edildi. Yalnız bir ayrıntı eksik kaldı; bu odada ağırlayacağımız "misafirler." Misafir kabul etmemek için o kadar çok gerekçe ürettik ki sonuçta elimizde evde kullanmadığımız, işlevini kaybetmiş bir oda kaldı. Bir türlü bitmeyen işlerimiz ve zamanımızın olmayışı mazeretlerimizin başında yer aldı almasına da aslında sanırım arkadaşlık, dostluk, komşuluk, akraba ilişkileri gibi kavramları gündemimizin üst sıralarından çıkardık.

Öncelediğimiz şeyler için zaman ve fırsat bulabileceğimizin farkındayız pekala. Misafir odalarını, konu komşuya göstermek için mobilya ve aksesuar ile doldurulmuş showroomlar konumundan çıkartmakla işe başlayabiliriz. Sonra bu odalarda eş dost ve akrabalarımızla gösterişten uzak yeniden sıcacık ilişkiler inşa edebiliriz.
Son olarak, evlerimizin ışıklarını yeniden açalım oturma odalarımız yeniden muhabbet mekanı haline getirelim ve misafir odalarımızın kapılarını açalım yüreklerimizle beraber dostlarımıza. Odamızı ve yüreklerimizi müze havasından kurtarıp, yeni konuklar ağırlayalım...

Prof Saffet Solak''ın bir anısı okumuştum geçenlerde. İnsanımızın yapısında bulunan o güzel hasletleri göstermesi nedeniyle burada sizlerle paylaşmak istedim:


"Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya''ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim.
Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer.
İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacıanneye sıkılarak:
"Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim.
Hacıanne:
"Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi.
Merak ettim, tekrar sordum:
"Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?"
Hacıanne:
"Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, "ışığı yanan bir ev" bulsun diye bekliyoruz."
Konya Ovası''nda, ya da bir başka yerinde Türkiye''nin, trenden inen yabancılar için "Işığı yanan evler" yerinde hâlâ duruyor mudur? Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler? Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler. Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız."



Necla Saydam

Bir Mumun Titrek Hissiyle




Titrek bir mum alevinde veya beş numaralı gaz lâmbasının cılız ışığında geçen gecelerimiz vardı bir zamanlar. O zamanlar TV denen ‘vakit çalar’ yoktu, radyomuzda hem saat başı haberleri, hem de kendi müziğimizi dinlerdik. Radyo dinlemediğimiz zamanlarda ise, bir köşeye çekilir, mütevazı dünyamızda hayaller kurardık. Böyle yapınca sanki onulmaz yaralarımız iyileşir, kendimizi mutlu hissederdik.


Bazen göz pınarlarımızdan sessizce kayıp giden göz yaşlarımıza vururdu bu cılız ışıklar, bazen yeni bir ümit bulmanın sevinciyle parlayan gözlerimize, bazen de çaresizlikle iki yana açılan ellerimize…

Ama her hâlükârda o cılız ışıklar ruhumuzu ve çevremizi aydınlatırdı!..


Titrek mum ışığında zorlukla okunan yazılar daha mânâlıydı sanki. Dudaklardan dökülen her nağmenin ruha hitap eden bir yanı vardı. Şarkılar da, türküler de bizdendi ve onları bizden birileri söylerdi bir zamanlar.

Sevgilerimiz içten, özlemlerimiz daha bir tutkuluydu. Gecelerimiz daha kısa fakat mânâlıydı. O loş ışıkta, yüzün bütün çizgileri gözükmese de, sohbetler daha bir koyu ve tatlıydı. Dizi filmler ve filmlerin sahte kahramanları hayatımızın her alanını kaplamamış, dost ve komşu sohbetlerinin ana teması olmamışlardı henüz. Her yerde kendi dünyamız konuşulurdu. Sohbetlerimize mum diken TV olmadan önce, çaresizlerin dertleriyle hemhal olmak için çırpınanlar çoktu. O zamanlar dostlar için ayrılan vakitler dar değil, alabildiğine genişti. Aile hayatımızda ilgisizlikten şikâyetler çok azdı o zamanlar. Çocuklarımız şefkatin, merhametin ve sevginin pınarlarından kana kana içerlerdi.


Ve sonra hayallerimizin üstüne perde çeken elektrikler geldi evlerimize davetsiz bir misafir gibi. Etrafımızı ve bütün odalarımızı aydınlattı lâmbalar; ama sanki büyü bozuldu âniden. Zamanla içtenliğimiz de, sohbetlerimiz de başkalarının dertleriyle hemhal olmak da tarihe karıştı. Bize dâir birçok güzellik yanlarına kardeşliği de alarak o kadar uzaklara gittiler ki…


Gözlerimiz kitap sayfalarında artık gezinmiyor, o kanal senin bu kanal benim geziniyoruz, türküler yok dilimizde. Bütün her şey teknolojiyi nasıl, ne zaman ve ne şekilde kullanacaklarını bilmeyen insanlar yüzünden bozuldu.


O eski dostluklarımız, sevgilerimiz, kardeşliklerimiz, diğerkâmlıklarımız geri gelse; eski günlerimize yeniden kavuşsak. Her şey mumların erimesi, fitillerin bitmesiyle tarihe mi karıştı gerçekten? Kaybettiğimiz benliğimizi bakalım bulabilecek miyiz yeniden? Oysa kalbimiz aynı kalb, ruhumuz aynı ruh, eski günlerdekinden ne eksik ne fazla. Üzerimizdeki ataleti bir atabilsek, kaybettiklerimizi aramaya başlasak her şey eskisi gibi olacak.

Hatice Kestioğlu

Şalcı Bacı'yı tanıyormusunuz....

Asıl ismi Şöhret. Soyadı Kanunu 1934'te kabul edildiği için soyadı yoktu daha. Erzurumlu ve halk arasında “Şöhret Ana”, “Şalcı Bacı” gibi isimlerle tanınıyor.Yetim çocukları var bunların iaşelerini temin edebilmek için şal örüyor ve Erzurum'da bit pazarında satıyor.
Tarih 24 Kasım 1925'i gösteriyor. Yer Erzurum Valilik önü.

Çoluk çocuk ve birtakım kışkırtıcılardan oluşan bir gurup insan 25 Ağustos 1925'te çıkarılan ve hâlâ da yürürlükte olan “Şapka Kanunu”nu protesto ediyorlar, valiliği taşa tutuyorlar.Kışkırtıcılık o kadar büyük boyutta ki maalesef istenmeyen olaylar oluyor.

Şalcı Bacı bu esnada yine pazarda çocukları için ördüğü malları satmakla meşgul ve gelip ona diyorlar ki:

“Senin çocuklar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip çık!”

Kadıncağız hemen Valiliğe geliyor bakıyor ki ortalarda kimse yok.Sağa sola koşuşturuyor, çocuklarının tutuklanmış olduğunu düşünüyor.Bu arada ana yüreği dayanamayıp oradaki kamu görevlilerine, şapkalılara bağırıp çağırıyor...




Erzurum'daki bu protestolardan sonra sıkıyönetim ilan edilir.Şehrin Komutanı Tatar Hasan Paşa ve Vali'nin idam etme yetkileri vardır.Kafa kafaya verip bu işi kısa yoldan bastırmak için bazı idamlar gerçekleştirmek isterler.Sıkıyönetim ile birlikte akşam namazından gün ağarıncaya kadar sokağa çıkma yasağı getirilir. Erzurum Camileri haftalarca sabah ve yatsı namazlarında kapalı kalır. Düzinelerce insan evlerinden toplanır ve idam edilir. Yakınlarını görmek isteyenler, okkalı bir dayak yedikten sonra gönderilirler. İdam edilenler şehrin meydanlarında akşama kadar sergilenirler. Teşhir edilen mazlumlara öldükten sonra da saygı gösterilmez. Tek atlı çöp arabaları bunları alarak dini merasim yapılmadan toplu mezarlara gömerler. Ve bu idamların içerisinde bir tanesi vardır ki tarihe geçmiştir ama kara bir leke olarak.Evet tarihimizde ilk kez bir kadın idam edilmiştir.Şalcı Bacı çuvala konulup o şekilde idam edilmiştir.Suçu nedir? Sıkıyönetime göre kanuna muhalefettir ama ya aslı nedir işin?Ana yüreğinin verdiği hassasiyet ile “acaba çocuklarım kayboldu mu”, “hapse mi atıldı” gibi düşüncelerden kaynaklanan serzenişler....




Şalcı Bacı, idam kararı verildiği vakit ona son sözün nedir diye sorulmuş.Demiş ki:

“Lan kavat, kadın kısmının idam edildiği nerede görülmüştür”. Ve Jandarmalar onu asılmak üzere götürürken yöresel şivesiyle “Kadın şapka giye ki asıla?" demiş.Ve bu sözleriyle gönüllerde “Şöhret” olmuş.




Ama tarihimizde bu kara leke hep varolacak.Suçsuz bir yere kadını idam etmek... İlk kez bir kadını idam etmek.Şehrin Kumandanı olna Tatar Hasan Paşa şu an ki Altan Kardeşlerin dedeleri imiş.Gazeteci-Yazar Çetin Altan bir kitabında:

“Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa'nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce "Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki" demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamıştım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde” şeklinde anlatıyor.




Şalcı Bacı'yı kaçımız tanıyoruz onu ve onun gibileri.Bugün Nazım Hikmet'in dahi iade-i itibarı sağlanırken mezarının dahi nerede olunduğu bilinmeyen Şalcı Bacı'ların iade-i itibarları ne olacak? En azından şunu yapabiliriz.Artık Şalcı Bacı'yı tanıyorsunuz.Sizlerden istirhamım en azından ona “Bir Fatiha” göndermek.










Mekanın cennet olsun Şalcı Bacım!


Hilmi Ahıskalı

Kaynakça: Vehbi Horasanlı, Konuyla İlgili Makaleleri (Şalcı Şöhret Kadın ,Şalcı Şöhret Ana’nın hikâyesi )
Mustafa Çetin Baydar , Şapka